Zaman, 1943 yılının soğuk bir kış sabahına akarken, Ankara’nın mütevazı bir köşesinde dünyaya gözlerini açtı küçük Suna. Kim bilebilirdi ki bu minik kız çocuğunun bir gün Yeşilçam’ın ışıklarıyla binlerce kalbe dokunacağını?
Annesi Leman Hanım, terzilik yaparak ailesini ayakta tutuyordu. Babası Bekir Sami Akın, bir diş hekimiydi. Ancak hayat, Suna’ya erken yaşta yalnızlığın gölgesini düşürdü. Babası bir gün gitti, bir daha dönmedi. Annesi Leman Hanım, dimdik durdu; ona sadece bir yuva değil, hayatta ileriye taşıyacak bir irade verdi. Çalışkanlığı, sezgisi ve sabrı, Suna’yı yalnızca ayakta tutmadı, ona bir yol çizdi.
Ankara Maarif Koleji’nde, arkadaşlarının arasında parlayan bir çocuktu. Taklit yeteneğiyle gülümsetir, çizdiği resimlerle düşündürürdü. Üniversite kapısına geldiğinde, kalbi tozlu geçmişin izlerini arıyordu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde arkeolojiyi seçti. Toprağın altındaki sırlara merak duyan genç bir kadındı. Ama içinde başka bir çağrı yankılanıyordu, henüz adını koyamadığı bir ışık.

1962 yılında, bir tesadüf eseri Artist dergisinin yarışmasına gönderilen bir fotoğraf, hayatını sonsuza dek değiştirdi. Daha ilk adımda zirveye çıktı; yarışmada birincilik kazandı. Ardından, yönetmen Memduh Ün’den gelen bir teklif, onu sinema dünyasının içine çekti. Göksel Arsoy’la başrolü paylaştığı Akasya Açarken (1962) filminde seyirciyle ilk kez göz göze geldi. O andan sonra Suna değil, Filiz Akın oldu.
Yeşilçam, onunla başka bir renge büründü. Sarışın, duru, adeta başka bir zamandan gelmiş bir zarafetle sinemanın yeni yüzüydü. Melodramlarda gözyaşı, aşk hikâyelerinde tutku, macera filmlerinde cesaret oldu. Her rolde başka bir ruh, her kadrajda başka bir kadın yarattı. Seyircisini bağırmadan, kendini dayatmadan büyülemeyi başardı. Yeşilçam’ın “dört yapraklı yonca”sı – Hülya Koçyiğit, Türkan Şoray, Fatma Girik ve Filiz Akın – arasında, belki de en içine dönük, en mesafeli halkaydı.

1964’te Papatya filmiyle lakabı “Papatya” olarak anılmaya başladı; bu isim, onun naif ve kırılgan ama bir o kadar güçlü imajıyla özdeşleşti. Aynı yıl, yönetmen Türker İnanoğlu ile evlendi. Kısa süre sonra oğlu İlker dünyaya geldi. Ancak evlilik, sinema kadar inişli çıkışlı bir yolculuktu. 1974’te yolları ayrıldı. Aynı yıl, sinema kariyerine de bir ara verdi. Yeşilçam’ın altın çağı yavaş yavaş solarken, o da kendi gölgesine çekildi. Bir röportajında söylediği cümle, hislerini özetliyordu: “Sinema beni bırakmadan, ben onu bıraktım.”
1970’lerin sonlarında bir süre sahneye çıktı. Gazinolarda, fuarlarda assolistlik yaptı. Ama o ışıklar, sinema perdesinin sıcaklığını taşımıyor, sadece göz alıyordu. 1979’da sahnede uğradığı bir saldırı, onun için bir kırılma noktası oldu. Sahne dünyası da böylece kapandı.
1980’lerde oğlu İlker’i korumak için İsviçre’ye gönderdi, kendisi ise bir süre Paris’te yaşadı. Hayat, kendi içine döndü. Ama 1989’da TRT’de yayınlanan Geçmiş Bahar Mimozaları dizisiyle ekranlara geri döndü. Bu rol, onun oyunculuktaki olgunluk dönemini yansıttı; seyircisi, onda sadece güzelliği değil, yaşanmışlığın derinliğini gördü.
1994’te hayatına yeni bir sayfa açtı. Dönemin MİT eski Müsteşarı Sönmez Köksal ile evlendi. Yıllar sonra, eşinin büyükelçi olarak atanmasıyla Paris’e tekrar taşındı. Bir zamanlar kamera ışıklarına gülümseyen gözleri, artık diplomatik davetlerde sakin bir tebessümle süzülüyordu.
2002 yılı, onun için zor bir yıl oldu. Nazofarenks kanserine yakalandı. Uzun, yorucu ama kararlı bir mücadele verdi. Yazdı, anlattı, farkındalık yarattı. Kanseri yendi, ama sağlık sorunları hayatının bir parçası olmaya devam etti. O, sadece bir sanatçı değil, yaşamın en karanlık anlarında bile ışığını koruyan bir kadındı.

En büyük hazinesi ne şöhret, ne alkışlar, ne de ödüllerdi. Oğlu İlker’le yeniden kurduğu sevgi bağıydı. “Çocuklukta alınan yaralar tüm hayatı etkiliyor,” demişti bir keresinde. Ama o, bu yaraları iyileştirmenin yolunu buldu: konuşmak, paylaşmak, affetmek.
Son yıllarında sakin bir hayat sürdü. Ne şatafat aradı, ne de gürültü. Sadece sevdikleriyle bir arada olmanın huzurunu yaşadı. 1 Eylül 2024’ten itibaren zatürre ve enfeksiyonlarla mücadele ettiği zor bir süreç başladı. 21 Mart 2025 akşamı, tedavi gördüğü hastanede hayata veda etti. Vasiyeti üzerine, 22 Mart’ta İstanbul Aşiyan Mezarlığı’nda, yönetmen Nejat Saydam’ın mezarının yanına sessizce defnedildi. Cenazesine yalnızca ailesi katıldı. Mezarı, siyah granit bir taşla kaplandı; üzeri, onun “Papatya” lakabına ithafen papatyalarla süslendi. Eşi Sönmez Köksal, “Sevenlerinin başı sağ olsun,” diyerek acıyı paylaştı.
Filmlerini izleyen herkesin içinde o tanıdık his yeniden canlanıyor: bir bakış, bir gülümseyiş, bir sessizlik… Filiz Akın, geçtiği her yerde iz bırakmadı, usulca ruhlara dokundu. Papatyalar gibi, narin ama kalıcı bir hatıra olarak kaldı.
