Duyduğuma göre, Ahlat Ağacı’nı izleyenler için hakkında iki satır yazmak mecburiymiş. Ben de yalnızca bunun için yazıyorum, aman aklınıza başka bir şey gelmesin. Dolayısıyla söylenmemiş bir şey söyleme iddiasında da değilim.
Tartışmalardan başlayalım. Henüz gösterime girdiği günlerde “Kitap gibi film” yorumları gelmişti. Gerçek sinemaseverler (!) de “Ne demek kitap gibi film, film dediğin film gibi olur, bu sinemaya hakarettir, sinema bilmemektir” minvalinde itirazlarda bulunmuşlardı. İzlerken hemen fark ediyorsunuz ki, Ağlat Ağacı tam olarak kitap gibi bir film. Bunu baştan söylemedikten sonra ardından ne söyleseniz eksik kalır. Çok iyi bir film olduğu için değil, eşsiz diyaloglarla ilerlediği, yazarın aslında kitabı yazmasına sebep olan görüşlerini bu şekilde karakterleri konuşturarak okuyucuya verdiği iyi kitaplar gibi, kitap cümleleriyle konuşan karakterlerin aralarındaki uzun diyaloglardan dolayı bunu söylemek zorundayız. İnat edip söylemek istemezsek o zaman şunu söyleriz; Ahlat Ağacı uzun diyaloglar filmi.
Edebiyatın ana temalarından olan ve Türk Edebiyatının da kadim konuları arasında hep yer alan Baba-Oğul ilişkisi ve Şehir-Taşra karşıtlığını içeren iki ana unsuru baskın olarak görüyoruz filmde. (Tüh yine edebiyat dedik, e kitap gibi film işte) Aslına bakarsanız daha insanların pek çoğu görmemişken üzerine bu kadar çok yazı üretilmiş olmasının bir nedeni de içerisinde bir adet yazar barındırması ve edebiyatla bu denli iç içe olması bence. “Yazmasaydım çıldıracaktım” tayfanın (!) filmi izleyip de iki satır karalamaması gerçekten zor doğrusu.
Buradan sonrası için sporiler uyarısı vermem gerekirdi ama vermeyeceğim çünkü bu film için spoiler vermek oldukça güç ve bu da filmi iyi film yapan şeylerden biri.
Daha gösterime girmeden önce görselleri internete düştüğünde bizim de dibimiz düşmüştü doğrusu. Burası zaten bir NBC klasiği. Bu sahneleri çıkardığımızda geriye kalanı güzel bir tiyatro oyunu da olabilirmiş gibi geldi bana. Film klasikler arasına girmezse bile tiyatro oyunu güzel olabilirdi aslında.
Uzun diyaloglardan birincisi Sinan’ın yazar Süleyman ile olan diyalogu. Filmden en çok zevk aldığım yer burasıydı. Bahsi geçen taşralı edebiyatçını mektubu, Polat Onat’a ait. Onat’ın bir üniversitede düzenlenen edebiyat sempozyuma davet edilmesi üzerine yazdığı red mektubu daha sonra kitap olarak da yayımlanmış. Yazar bugünlerde söz konusu yazı ile ilgili kendisinden izin alınmadığı ve telif taleplerinin de karşılanmadığından şikayet ediyor.
Ben de “Aman telif meselesi sorun olmasın” diyerek, mektubun yazarın kendi blogundaki adresini veriyim; Polat Onat Blog Sayfası . Filmi izlemeden önce okumak faydalı olabilir.
İkincisi de Hegel’den girip Kant’tan çıkan, muhafazakârlarca her felsefi tartışmada acil çıkış kapısı muamelesi gören Yunus Emre’ye dalan imamların, bitmek bilmeyen tartışmasıydı. Gerçekçi değilmiş gibi görünse de, böyle konuşan imam tanıdıklarım var doğrusu. Gerçekçi olması da gerekmiyor zaten, imam karakterleri varlar ve varoluşlarına rağmen bunları söyleyemiyor olmaları söylememeleri gerektiği anlamına da gelmiyor. Elmaya dalan, köylüye borç takan, seksenlik adama yedek lastik muamelesi yapan imamın ağzından dökülenler tam da böyle bir insana yakışır sözlerdi. Ayrıca İmam Veysel’i oynayan Akın Aksu, filmin senaristlerinden biriymiş. Aralarda es vererek, hafif başını eğerek, karşısındakini tartarak konuşması Bir Zamanlar Anadolu’nun muhtar sahnesindeki Ercan Kesal’ın meşhur tiradındaki tavrına çok benziyordu. Muhtemelen aynı oyuncu koçunun elinden çıkmaydı. (NBC)
Gerçekliği tartışılanlar içinde kimsenin itiraz edemeyeceği kadar gerçek olan diyalog Sinan ile polis arkadaşı arasındaki telefon görüşmesiydi. Konuşmanın bir benzerinin her gün bir yerlerde tekrarlanıyor oluşunu bilmek üzücüydü.
Sinan’ın kanayan dudağı var bir de, hem kadın hem de kadınlar için rekabette hasım erkekler tarafından kanatılıyor. Bir mağara adamı alegorisi de burada var.
Doğu Demirkol, Sinan’ın sinir bozucu ve içi boş kendine güvenini iyi yansıtmış, özellikle anne ile olan diyaloglarda bu çok iyi görünüyor. Murat Cemcir de hiç hak etmediği halde onurunu, gururunu, itibarını kaybetmiş bir baba hangi yollarda bir çıkış bulursa onları çok iyi göstermiş, özellikle o gevrek gülüşler, sinir bozucu şekilde zayıf bir karakterle karşılaşmış herkesin bileceği türdendi.
İlk defa bir filmin sonunu doğru tahmin edebildim, bu kötü bir şey olabilir ama ben olsaydım aynen böyle bitirirdim, baba-oğul çatışması böyle bitmek zorundadır çünkü. Aksi sürpriz olurdu, böyle klasik olmuş.
Kitaplığımdaki Olasılıksız’dan neden utandığımı, arkalara attığımı da anlamış oldum.
Sonuç olarak; üç saatin nasıl geçtiğini anlamadım, ilk fırsatta yeniden izlemeyi de umut ediyorum. Herkese şimdiden hayırlı seyirler diliyorum.